Bir sabah kahverengi perdelerin arasından sızan güneş ışığıyla uyanmış, dağınık kızıl saçlarıyla gözlerini ovuştura ovuştura yatağından kalkmıştı. Sırtı üşüyordu, karşısında duran askılıktan bir hırka alıp giymesi gerekiyordu. Onu rahatsız eden güneş, bu sefer de onu ısıtmıyordu. Bu rahatsız edici gün başlangıcı, açıkçası onu hiç şaşırtmamıştı. Yüzüne yapışmış bir siliklik ve donukluk vardı birkaç gündür. Baygın gözlerle ve düz bir ağızla yaşamına devam etmeye çalışıyordu.
Birikmiş bulaşıkların koca bir dağ oluşturduğu mutfağında hızlıca bir şeyler atıştırıp kendini dışarıya attı. Uçan bir halının üzerinde dolaşırcasına sokaklarda süzülüyordu. Zihninin kalabalık çöplüklerinde elleri cebinde, hafif üşüten bir rüzgâr eşliğinde dolaşıyordu. Yolların kenarlarında oluşmuş küçüklü büyüklü bazı ‘’mutsuzluk’’ göllerine de girmekten çekinmiyordu elbette. Kafasına bir arka fon müziği koymuş, ha bire dolanıyordu. Kendisini biraz boşluğa bırakıp rahatlamaya çalışıyordu. Hayatı, insanları bir süre kenara bırakıp kendi yarattığı, yaratacağı belki de ulaşacağı yaşama, gerçekliğe odaklanmak istiyordu. Kendi boşluğuna koşup bir süre orada yaşamak, yalnız kalmak istiyordu. Fakat bu her zaman yapılabilen ve insanın pıt diye içine atlayabileceği bir şey değil tabii, eğer yeterince cesur değilseniz…
Etrafı kocaman yemyeşil ağaçlarla çevrili bir bank çarptı gözüne. Bankın önünde sağa doğru hafif dalgalı, insanların attığı çöplerden maviliğini kaybetmiş kahverengimsi bir göl vardı. Yavaş adımlarla dolaşan üç beş kediden başka kimse yoktu etrafında. ‘’Burada dinlenebilir, biraz kafamı dağıtabilirim.’’ Diye düşündü ve banka oturdu. Koyu mavi, biraz yıpranmış, içindeki kâğıt parçalarından ötürü biraz şişkin defterini çıkarıp dikkatlice açtıktan sonra bir şeyler karalamaya başladı. Bir süre sonra yanına 30’lu yaşlarında, gür kızıl saçları arasında seçilebilen beyazlarıyla orta boylu zayıf bir adam oturdu. Kaleminin ucu kırılana kadar fark etmemişti bu adamı. Yanında duran koca asker yeşili çantasına yeni bir kalem için eğildi, kafasını kaldırdığında göz göze geldiler. Adamın koyu kahverengi gözlerinde hüzünlü bir yorgunluk vardı. O üç saniyelik göz göze geliş kalbini sıkıştırmış, beynine değişik bir uyuşukluk vermişti. Uzun süredir gördüğü tek insan yüzü aynadaki baygın bakışlı yorgun kadındı, bu duyguları hissetmiş olması normaldi, belki de o böyle olduğunu düşünmek istiyordu. Kafasını hemen defterine geri çevirdi, gözleri defterine dalmıştı fakat tek bir kelime okuyamıyordu. Bunu fark ettiği anda telaşla eşyalarını toplayıp banktan kalktı ve hızlı adımlarla eve doğru yürümeye başladı. Adam sessizce, gözden kaybolana kadar oturduğu yerden onu izlemişti.
Eve gelip üzerindeki her şeyi odasına fırlatıp duşa girdi. Suyun altında düşüncelerini toplamaya çalışıyordu, birkaç gündür onu rahatsız eden sıkıntılara dönmek, onlara bir çözüm ararken yorulmak istiyordu. Fakat yapamadı, zihni onunla dalga geçiyordu sanki, günlerdir sırtına yük olan düşüncelerinden eser kalmamıştı, aklına gelen tek şey: o adamın gözleriydi. İçi içini yiyordu bu yüzden. Neden onu düşünmeden edemiyordu? Biraz rahatlamak ve kendisiyle baş başa kalmak isterken, üç saniyelik bir göz göze geliş kafasını allak bullak etmişti. Duştan çıktıktan sonra eski püskü, zar zor yanan ocağında kendisine bir melisa çayı demledi. Beyni patlıyordu düşünmekten. Tek kişilik, kenarları yıpranmış yeşil koltuğuna yayılıp belli sayfaları kıvrılmış olan kitabını eline aldı ve çayını içerken okumaya çalıştı. Çok geçmeden uykuya dalmıştı.
Yorumlar
Yorum Gönder